Son iki yüzyıl içerisinde tüm dünyada birbiri ardı sıra endüstriyel devrimler yaşanmıştır. 1712 yılında buhar makinesinin icadı ile başlayan ve su ile buhar gücünün kullanıldığı mekanik üretim sistemleri birinci sanayi devrimi olarak kabul edilirken, bu üretim modeli yerini görece kısa süre içerisinde elektrik motorlarının kullanıldığı seri üretim sistemlerine bırakmıştır.
İkinci sanayi devrimi olarak adlandırılan bu süreç, 1840’da telgraf ve 1880’de telefonun icadı ile başlamıştı. İkinci sanayi devrimi seri üretimde Taylorizm olarak da bilinen bilimsel yönetim anlayışının da başlangıcını oluşturmuştur. Bu süreç 1970’li yılların başına kadar devamlılığını sürdürmüş ve bu yıllarda ilk mikro bilgisayarların (Altair 8800) geliştirilmesi ve 1976’da Apple’ın kurulumu ile seri üretim süreçlerinde otomasyon yerleşik hal almaya başlamıştır.
Üçüncü sanayi devrimi olarak adlandırılan bu dönem de 30 yıl gibi kısa bir sürede bilişim devrimine yerini bırakmıştır. Günümüzde artık nesnelerin interneti, hizmetlerin interneti, siber-fiziksel sistemler, hücresel taşıma sistemleri ve otonom etkileşim ve sanallaştırma gibi yaklaşımlar imalat sektörüne hızlı giriş yapmaya başlamış ve dördüncü sanayi devrimi (güncel adıyla Endüstri 4.0) yürürlüğe girmiştir.
Özellikle 3. ve 4. sanayi devrimleri arasındaki sürenin kısa olması küresel imalat sektörünün henüz otomasyon süreçlerini yeterince tamamlayamadan yepyeni bir üretim anlayışına adapte olma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Bu hızlı geçişin olabildiğince sorunsuz ve başarı ile tamamlanabilmesi firmaların yetkinlikleri ve vizyonları ile doğrudan ilişkilidir.
Firmaların sahip oldukları yetişmiş personel altyapısının varlığı ticari rekabette artık çok daha fazla belirleyici olmaya başlamıştır. Bu tip devrimsel dönüşümlere ayak uydurabilmek için öncelikle firmaların zihinsel olarak kendilerini buna hazır hissetmeleri gerekmektedir.
Bu ise Ar-Ge temelli büyümeyi hedef edinmiş firmalar için nispeten daha kolay gerçekleşirken klasik üretim süreçlerini terk etmeye hazır görünmeyen firmaların rekabette üstünlük sağlamalarının güç olacağı açıktır.
Ülkemiz süt endüstrisinin bu süreçte belirli avantaj ve dezavantajları olduğu söylenebilir. Temel avantaj sütün ArGe’ye çok yatkın ve üreticinin hayal gücü ile doğru orantılı olarak yeni ve yenilikçi ürün ve süreçlerin geliştirilmesine uygun bir hammadde olmasıdır. Artık süt endüstrisi atıkları bile yüksek katma değerli ürün haline dönüşebilmekte ve hatta fonksiyonel birçok gıda ve tıbbi amaçlı ürünün hammadde/yardımcı maddesi olma özelliğine sahip olmaktadır.
Temel dezavantajlar ise ülkemiz süt endüstrisinin yeni ürün geliştirme konusundaki çekingen tavrı ve firma içi üretim özerkliğini içselleştirmemesidir. Özellikle, Endüstri 4.0 kapsamında siber-fiziksel sistemlerin akıllı fabrikalar içinde kendi kararlarını kendi verme yeteneklerini kabullenmek süt işletmelerimiz için zaman gerektiren bir süreç olarak değerlendirilmektedir.
Süt işletmelerimiz büyük ölçüde otomasyon süreçlerini tamamlamış durumdadır. Bu durum artan üretim verimliliği ve hijyenik üretim başarısını da beraberinde getirmiştir-ki bu geleneksel üretim modellerini ve ataerkil yönetim anlayışını izleyerek büyüyen ülkemiz süt sektörü için takdir edilecek bir başarıdır.
Ancak, süt işletmelerimizin (büyük ölçekli fitrmalarımızın büyük bölümü Ar-Ge merkezine sahiptir) önemli bir bölümünün Ar-Ge yaklaşımlarında özgün değer yetersizliği görülmektedir. Süt endüstrinin gelişmiş olduğu ülkelerde 1970 ve 1980’li yıllarda kullanılan teknolojilerin 21. Yüzyıl Türkiye’sine yeni giriyor olması bir Ar-Ge başarısı olarak değerlendirilmemelidir.
Firmaların daha özgün ürün geliştirme ve üretim maliyetlerini azaltma konusunda yapabileceği bir çok seçenek halen mevcuttur. Bunun için özgür düşünen mühendislere ve disiplinlerarası yaklaşıma gereksinim vardır.
Firmalarımızın (sektör ayrımı yapılmaksızın) temel Ar-Ge finansman girdi kaynağının halen kamu olması (TÜBİTAK, bakanlıklar vb. fon sağlayıcılar gibi) firmalarımız açısından avantaj gibi görülse de bu fonlama sistemi sağlıklı ve özgün büyüme için firmaların kendi kapasitelerini geliştirmeleri konusunda ciddi bir el freni görevi görmektedir.
Gelişmiş sanayi ve ekonomilere sahip ülkelerde özel firmaların Ar-Ge çalışmaları çok büyük ölçüde firmaların kendi özkaynakları ile sağlanmakta ve dolayısıyla firmalar konu, araştırıcı ve partner seçiminde çok titiz davranmaktadır. Türkiye’nin de hızla özel sektör fonlama mantığından uzaklaşması ve Ar-Ge destek kapsamlarının yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Akademinin de bu noktada üzerine düşen görevler bulunmaktadır.
Akademi, Endüstri 4.0’a geçiş ve firmaların Ar-Ge vizyonlarının değişmesi için gereken adımları atması gereken ilk kurumsal yapı olarak değerlendirilmektedir. Akademinin müfredatının eski ve yetersizliği ile öğretim elemanlarının kendi profesyonel gündemlerini yeterince yakından takip etmemeleri firmalarımızın Ar-Ge yaklaşımlarını da sekteye uğratmaktadır.
Sonuç olarak; dünya hızla değişiyor ve bu değişimden imalat sektörü de payını alıyor. Küresel rekabette üstünlük sağlayabilmek için proaktif ve agresif tavır alınması kaçınılmazdır. Bunun başarılabilmesi tüm paydaşların üzerlerine düşeni yapması gerekmektedir.
Dünyanın sayılı süt üreticisi ülkelerinden olan Türkiye ve oldukça başarılı üretimler gerçekleştiren büyük süt endüstrimiz mevcut durumundan daha iyisini hak etmektedir. Rekabette üstünlük için tek yol Ar-Ge temelli yenilikçi ve vizyoner düşünce devrimini tamamlamaktır.