Organize gıda perakendeciliğinde de üretici kuruluşlar, marketlerin tam denetimine girmiş durumda. Bunlar, marketlerin çeşitli adlar altında kendilerine getirdikleri maliyet yükünü karşılamak zorunda kalıyor. Bu maliyet yükünden dolayı, marketlerin isteklerini yerine getirmediklerinde büyük sanayiciler bile sıkıntı içine giriyorlar. Bilinen bir şey var; marketlerin üretici kuruluşlar üzerinde oluşturduğu ek maliyetlerin bedelini, üreticiler ve tüketiciler ödüyor. Üretici kuruluşlar bunun farkında, ancak tüketiciler sorunun henüz farkında değiller.
Perakende yükü nelerden oluşuyor?
Gıda firmaları, perakende kanalındaki marketlerin raflarına girmek için birçok bedeller ödüyor. Bu bedeller nedir, sıralayalım;
Raf bedeli: Perakendecinin büyüklüğü ve mağaza sayısına göre raf bedeli ortalama 50 bin dolar ya da avro civarında. Raf bedelinin kimi ürünlerde 1 milyon doları bulduğu bildiriliyor.
Bedava ürün: Bir üretici firma ilk kez ürününü market raflarına sokmak durumundaysa, perakendeciye bir miktar bedava ürün vermek zorunda kalıyor. Bedava ürün bedelinin 500 bin TL’ye kadar çıktığı söyleniyor.
Diğer bedeller: Gondol bedeli (sırt sırta oluşturulmuş ve ortada bir ada gibi konumlandırılmış self servis tezgahı için ödenen bedel), Türkiye’de açılan mağaza bedeli, ürün çeşidinin azaltılması, ürün bedelinin önceden belirlenmemesi, borç faturası, özel markalı ürün bedeli (private label) sayılabilir.
Pazarlamada perakende bağımlılığı kimin sırtında?
Yinelersek, gıda firmalarının büyük marketlere bağımlılığı, her geçen gün sayısı artan yeni marketlerle artıyor. Marketler de tüketicinin alışveriş davranışını değiştirmiş. Tüketiciler, semt pazarı ve bakkal yerine bütün gereksinmelerini marketlerden karşılamayı tercih eder duruma getirilmiş. Çoğu insan zaman ve kalite-fiyat karşılaştırma olanağı bulduklarını sanarak alışverişlerini buralardan yapıyor. Peki, bu durumda, marketlere mal satmak durumunda kalan gıda firmaları ne yapıyor; karından zarar ediyor mu sanıyorsunuz, buna inanalım mı?
Elbette, gıda firmaları da bunun bedelini çiftçilerden, üreticilerden çıkarıyorlar. Sebzeyi, meyveyi, sütü, eti, kısaca işledikleri bütün ürünleri en ucuza almanın yollarını buluyorlar. Sözleşmeli tarımdan da yararlanarak ürün alış fiyatlarını kendileri belirliyorlar, kimi zamanlar ürünleri yok pahasına kapatıyorlar.
Bir başka deyişle, kabak, hakiki üreticinin (halk deyişiyle müstahsilin) başında patlıyor. Sonuçta, üretici giderek fakirleşiyor, boğaz tokluğuna çalışıyor.
Tüketici de bu sorundan üreticiler kadar payını alıyor. Örnekleyelim; çiğ sütün fiyatı düştüğünde pastörize ya da dayanıklı sütün raf fiyatlarına ne oldu?
Çözüm var mı?
Elbette var.
Birincisi tarımsal amaçlı kooperatiflerin aynı zamanda sanayici olması, ikincisi de kooperatiflerin ürünlerini kendi kuracakları satış yerleriyle tüketicilere ulaştırmaları. Bir başka yol da, ürünlerini kuracakları satış ağlarıyla semt pazarları ve bakkallara ulaştırmaları.
Bir başka model de Topluluk Destekli Tarım (TDT) modeli. Bu model çiftçi ve tüketiciler arasında “Yerel dayanışma ortaklığı” olarak tanımlanabiliyor. Bu oluşumlar için girişim çiftçiler ya da tüketiciler tarafından başlatılabilir. Ancak bu modeller henüz emekleme aşamasında.
Temel konu, büyük çoğunluğun yönlendirildiği gıda perakendeciliğinde ortaya çıkan tekelleşme ve yabancılaşmanın nasıl kırılabileceği. Kimileri henüz çıkmamış ‘’Marketler Yasası”na umut bağlamış.
Bu mümkün olabilir mi?