El atına binen tez iner

Ülkemiz insanının doğal ihtisas alanı hayvancılıkta son yıllarda sıkıntılar bir türlü bitmek bilmiyor. Faizsiz veya düşük faizli krediler, yem bitkisi teşvikleri, çeşitli bölgelerde (DAP, GAP, KOP, DOKAP, TARET …vb) uygulanan hibe destekli hayvancılık projeleri, IPARD proje destekleri, bölgesel kalkınma ajansı destekleri, yetiştiricilik destekleri, ürün destekleri gibi onlarca desteğe rağmen ülke hayvancılığında bir türlü istenilen istikrar sağlanamıyor.

Onca emek ve para harcanarak ithal edilen veya ülke dâhilinde yetiştirilen damızlıklar kendilerinden yeterince yararlanılmadan kasaplığa ayrılmak zorunda kalıyor. Üretici malının hak ettiği değeri bulamamasından, tüketiciler ise bu ürünlerin pahalılığından şikayet edip duruyor. Devletimiz ise aradaki dengeyi bir türlü sağlayamıyor.
Her ne kadar Et ve Süt Kurumu (ESK) ile piyasa düzenleyici bir unsur olmaya çalışsa da bu konudaki etkinliği ancak %3-5 civarında kalmaktadır. Onca paralar harcanarak yeniden yapılan veya revize edilen ESK kombinalarının çok azı ekonomik olarak çalıştırılabilmektedir.

Öte yandan devletin halka ilan ettiği analiz sonuçlarında piyasada ciddi seviyelerde hilelendirilmiş et ve süt ürünlerinin bulunduğu da bir gerçektir.

Bütün bu sorunların üstesinden gelmek üzere son dönemlerde sanki şimdiye kadar uygulanan politikalar gayrı milli imişcesine “Milli Tarım Politikası” uygulanmaya başlanmıştır. Fakat bunun da derde derman olamayacağı anlaşılmış olmalı ki gözler yeniden böyle zamanlarda sıklıkla başvurulan düşük veya sıfır gümrüklü et ithalatına çevrilmiş durumdadır.

Ülkemizde tarıma elverişli olmayan yüksek ve kıraç araziler küçükbaş hayvancılık için önemli bir fırsat sunuyor olmasına rağmen küçükbaş hayvan varlığında talebe paralel bir artış ne yazık ki sağlanamamaktadır. Bu yüzden daha önceki yıllarda önemli üretim merkezleri olan yaylalar boşalmış durumdadır.

Sığır yetiştiriciliğinde Kuzey-Doğu Anadolu Bölgesi haricinde doğal meralar büyük oranda tahrip edilmiş, yılda ancak 1-2 ay sığır otlatılan alanlar halini almıştır. Son yıllarda ıslah edilerek hayvancılığa kazandırılan meralar bakımsızlık nedeniyle yeniden eski hallerine dönmüşlerdir. İntansif hayvancılıkta maliyetin %65-70’ini oluşturan yem özellikle de kaba yem sorunu yem bitkileri teşviklerine rağmen bir türlü çözülememektedir. Kaba yem yetersizliğinde sağlıksız yem tüketimi nedeniyle hayvan sağlığından öte hayvansal ürünlerin sağlığı bile tehlikeye girmektedir.

Gereği gibi hazırlanmadığı için Clostridium tyrobutyricum içeren silajlarla beslenen ineklerin sütlerinden yapılan kaşar peynirlerinde bu etkene bağlı geç kabarma görülmekte, süt endüstrisi bu sorunla başa çıkmakta zorlanmaktadır.

Hayvanların uygun olmayan bakım-besleme şartlarından dolayı mastitis ve döl tutmama başta olmak üzere tırnak, karaciğer ve çeşitli sistem hastalıkları ile bir türlü başa çıkılamamaktadır.

Çiftliklere geldiklerinde insanların nazarından sakınılan düve ve inekler bu sorunlar nedeniyle geldiği çiftlikte ikinci buzağıyı doğurma şansı bulamadan kesime gönderilmektedir. Damızlık olarak binlerce liraya malolan inekler elden çıkarılırken sadece et ve deri parasına, çoğu kez maliyetinin yarısı bile olmayan fiyata satılmak zorunda kalınmaktadır.

Çözüm ne olmalıdır?

Tabii ki çözüm bazılarının düşündüğü gibi et, damızlık düve veya besilik dana ithalatı olmamalıdır. Ülkemiz 1980’li yılların ikinci yarısından bu yana çeşitli sebeplerle dondurulmuş lop et, taze karkas et, damızlık düve ve besilik dana olmak üzere çeşitli kalemlerde milyarlarca liralık ithalat yaparak bu sorunu çözmeye çalıştı. Fakat bugün gelinen noktada bu yöntemlerin başarılı olduğu söylenemez.

Yaklaşık 30 yıl sonra yine et ithalatı yapmak zorunda kalmış olmamız uygulanan politikaların sürdürülebilir olmadığının en bariz göstergesidir. Hayvancılıkta yaşanan sorunların çözümlenmesi yerine sorunları görmezden gelerek hayvan veya et ithal etmeyle sorun çözmeye çalışmak el atına binip caka satmaktan başka bir şey değildir.

Çünkü ülkemizde yetiştirmek varken ithal edilen her damızlık düve, besilik dana veya bir kilo et, ihracat yapan ülkenin yetiştiricisine milli kaynakları aktarmaktan başka bir şey değildir. Oysa gerçekten hayvancılık yapacak olanların desteklenmesiyle arttırılacak hayvansal ürünler pahalıya bile malolsa yapılacak teşviklerle tüketicilere cazip fiyatlarla satılabilir. Böylece hem değerli gıdaları (et, süt vs.) uygun fiyatlarla tükettiği için tüketiciler, hem de ürünleri değer bulduğu için üreticiler kazanmış olacaktır.

Bazı okurlar “Zaten sizin belirttiğiniz şekilde teşvikler sağlanıyor. Bu iş teşvikle olacak bir iş değil” diye düşünüyor olabilir. Evet, günümüzde uygulandığı şekli ile seçim dönemlerinde bütün teşviklerin ödendiği, diğer zamanlarda ise adeta unutulduğu şeklindeki uygulama kesinlikle uygun bir yöntem değildir.

Her şeyden önce tarım ve hayvancılığın 365 gün devam eden bir uğraşı olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca teşvikleri bir lütuf olarak değil, gerçekten vatandaşlara bu üretimi yaptıkları için bir ödül olduğunu hissettirerek vermek gerekir. Ayrıca teşvik uygulamalarında IPARD projelerinde olduğu gibi önce yatırım, sonra teşvik şeklinde yol izlenerek olası suistimallerin önüne de geçilmeye çalışılmalıdır.

Bu uygulamaları yetkilendirilmiş Yetiştirici Birlikleri vasıtasıyla yapmak ve onlara bu işbirliği çerçevesinde sıkıntı çekilen alanlarda yetiştirici eğitimlerini de yaptırmak gereklidir. Çünkü kendileri de birer yetiştirici olan yetiştirici birliklerinin yöneticileri bu alandaki sorunları ve çözüm önerilerini en iyi bilen kişilerdir.

Gelinen noktada uygulanan bütün önlemlere rağmen hayvansal gıdalarda ve özellikle de ette fiyat artışının önlenememesi arz-talep dengesizliğinden kaynaklanmaktadır. Burada talebi karşılamak için et ithalatına izin verilmesi çözümsüzlüğün devam ettirilmesinden başka bir şey olmayacaktır.

Şimdiye kadar defalarca yaptığımız gibi yine el atına binip daha yola çıkmadan inmek zorunda kalmamak için hayvan yetiştiriciliğinde uzman insanlarımızla yem bitkilerini daha fazla üreterek, hayvan sağlığı ve refahı çerçevesinde işi bilenlerle hayvan yetiştirerek bu alandaki sürdürülebilirliği sağlamalıyız. Yoksa atasözünde olduğu gibi “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur”dan öteye gidemeyiz.

El atına binen tez iner derler,
Hiç el atı bizim ata benzer mi?
Çalışmak, üretmek her şeye değer,
Elin malı bizimkine benzer mi?

>> Ramazan Gökçe

Prof. Dr., Pamukkale Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Gıda Mühendisliği Bölümü, Gıda Bilimleri Ana Bilim Dalı Başkanı. Lisans ve yüksek lisansı İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesinde, doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsünde aldı. Et ve Süt Teknolojileri, Sanitasyon ve Kalite Sistemleri alanlarında bilimsel çalışmaları bulunuyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.