İzmir depremi, hayattan ders almamak için ne kadar dirençli ve inatçı olduğumuzu bir kez daha gözler önüne serdi. Bir deprem ülkesinde, her yıl kaybettiğimiz onca cana rağmen, dükkan yapmak için taşıyıcı kolonları kesebilecek zihinsel işleyiş hala mümkün olabiliyor.
2020 yılında tüm dünyada meydana gelen depremlerde ölen 197 kişinin 160’ı Türkiye’den… Bu üzerinde çokça düşünmemiz gereken bir durum değil mi? Her sene depremlerde canlar kaybediyoruz ama aynı yanlışları hem devlet hem de vatandaş olarak ısrarla yapmaya devam ediyoruz.
Ülkece yaşadığımız bu çöküş sadece depremle mi ilgili? Tarımdan ekonomiye, eğitimden bilime neredeyse her alanda büyük bir çöküş söz konusu. Aynı şekilde tarımda, hayvancılıkta ve sütçülükte de büyük bir yıkım yaşanıyor.
Depremlere karşı korunmak için binaları sağlam zeminlerde iyi bir temel üzerine oturtmak zorundayız. Sürdürülebilir süt üretimi için de hayvancılığı sağlam temelleri üzerine oturtmalıyız. Hayvancılıkta başarılı olmak için ise altyapısında iki sağlam temel (damızlık hayvan ve yem) olmak zorunda.
Bu topraklara has yerli ırkları ıslah ederek damızlık ihtiyacımızı karşılamak zahmetli olduğu için olsa gerek işi ithal (sütçü, etçi ve kombine) hayvanlarla yürütüyoruz. Hatta iş öyle bir noktaya geldi ki, hayvan ithalatı da kesmiyor artık. Daha önce hayalini bile kurmak mümkün değilken bugün lop (kemiksiz) et ithal ediyor olmamız sıradan hale geldi.
Dükkan açmak için binaların kolonlarını kestiğimiz gibi inşaat yapmak için meraları imara açıyoruz. Çayırlara, meralara ve yaylalara binalar yaparak hayvancılığın taşıyıcı kolonlarını kesiyor, Bayraklı Ovası’na gökdelenler dikiyoruz. Tarım arazilerini yok ederek geleceğimizi kendi ellerimizle enkazın altına doğru itiyoruz.
Aslında bu çöküş; aymazlığımızın, sorumsuzluğumuzun ve bencilliğimizin dışavurumundan başka bir şey değil. İlgili, duyarlı ve sorumlu olmayı bir türlü öğrenemiyoruz. Hiçbir okul, öğretmen, kitap hatta felaket bile bize ders veremiyor.
Her şeye maddi fırsat olarak bakmaktan gözümüz kör olmuş. Depremden, virüsten ve fakirlikten fırsat yaratacak kadar kurnazız. Fırsatçılık, kurnazlık ve bencillik ile kendi hayatımızdan çaldığımızın farkında bile değiliz. Kendi evini soyan hırsız gibi kendi hayatımızdan ve geleceğimizden çalıyoruz.
Bakabileceği kadar çocuğun babası olmayı öğrenememiş bir toplumdan kazandığı kadar harcamasını bekleyemeyiz. Kepeneği ve kavalı unutan çobanlarımızdan hayvancılığı kendi (yerli) kaynaklarımızla yapmasını isteyemeyiz.
Oysa, el şeyiyle gerdeğe giren güvey durumuna düşmemek için kendi kaynaklarımızla besleyebileceğimiz kadar hayvanla çiftçilik yapmalıyız. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi Amerika, Brezilya, Arjantin ve Ukrayna’dan gelecek yemlerle hayvancılığı daha ne kadar sürdürebiliriz?
Hayvancılıkta çöküşten çıkışa doğru bir destan yazmak için kendi kaynaklarımızı keşfedip değerlendirmeliyiz. Meralarda bina yerine ot yükselmeli, ahırlarda Holstein yerine Anadolu Kırmızısı yetiştirilmeli. Tabii ki meralarımızı ve yerli ırklarımızı ıslah ederek verimli hale getirmekten üşenmemeli, rahmetine erişmek için zahmetine de katlanmalıyız.
Ürettiğimiz süt ürünleriyle dünya pazarlarında hem kalitede hem de fiyatta rekabet edebilmeliyiz. Dünyanın 8’inci en büyük süt üretici ülkesi olmamıza rağmen, süt ürünleri ihraç ederken en ucuza satıyoruz, ithal ederken ise en pahalıya alıyoruz.
Nasrettin Hoca’nın çok sevdiğim bir “Yüzük” fıkrası var. Kömürlükte kaybolan yüzüğümüzü (Nasrettin Hoca gibi) kömürlük karanlık diye bahçede aramaktan vazgeçmeliyiz. Kayıp yüzüğümüzü gerçekten bulmak istiyorsak, ısrarla “kaybettiğimiz yer”de aramalıyız.